24 Eylül 2009 Perşembe
15 Eylül 2009 Salı
gerçek-hayat-bayram
Sahiden mi bayram, mahsusçuktan mı? Gökhan Özcan
Çok temel bir kanaat oluştu bende, her şeyin eskisini seviyorum. Eski şehirleri, eski insanları, eski hayatları, eski zevkleri, eski yapıları, eski olan neredeyse her şeyi…
Belki de yenilerini sevmediğimden, eskilerin yerine yenilerini koyamadığımdan böyle oluyor. Yeni yetmelerin söyledikleri doğru mu acaba, ben kendimi eski halimle sevdiğim için mi böyle hissediyorum? Yani daha genç, daha dinamik, daha çok hayali, daha çok umudu, daha çok hedefi olan, yolun en başında olan halimi daha çok sevdiğim için mi zamanı hep geriye sarmak istiyorum?
O kanaatte değilim hiç!
Dünyaya bakışım epeyce değişti zaman içinde, zamanı daha genç, daha heyecanlı, daha yolun başında olmak gibi bir isteğim yok. Aksine, durmak, durulmak, sükûnet kazanmak isteğindeyim. “Keşke” ile başlayan birçok cümle var kafamın içinde geçmişle ilgili, burası doğru… Ama zamanı geri sarabilsem, biliyorum ki o heyecanlı toylukla kafamı mütemadiyen yoran bütün bu “keşke”leri yine sahipsiz bırakacağım.
Coşkulu bir ırmak ilk duyuşta iyi geliyor kulağa; ama benim yapımdaki insanlar için o akışların bittiği yerde dingin bir göle dönüşebilmek çok daha cazip… Şimdi muradım artık durulmak, öyle dingin bir göle dönüşebilmek…
Bunun bu çağın akış yönüne ters bir gidişat demek olduğunu biliyorum. Kimse akışkanlıklarını kaybetmek istemiyor bu devirde. Devinim her şeyin başı adeta… Sürekli hareket halinde olmak istiyor insanlar. Durup düşünmeye, bakıp görmeye, farkedip akletmeye hiç vakitleri kalmasın istiyorlar. Çünkü kimsenin hakikatle yüzleşmeye cesareti yok. Körleşmenin en büyük teminatı bu hız, bu başdöndürücü hareket…
Aslında bayramlardan söz etmekti niyetim, sıçraya sıçraya nerelere geldim. Her şeyin eskisini seviyorum ya, o malum klişeye düşmeyi göze alarak söyleyeyim ki, ısrarla ve inatla bayramların da eskisini seviyorum ben. Yahya Kemal Süleymaniye’nin manevi iklimiyle yoğurarak tarif ettiği türden eski bayramları… Ama yeniyetmeler aynı itirazı dillendirirse, bir parça haklılık payı kazanabilirler eski bayramlar bahsinde. Çünkü eski bayramların, başka eskilerden bir farkı var. Benim “eski bayramlar” diye özetlediğim şeyin, kaçınılmaz biçimde çocuk olmakla bir ilgisi var çünkü. Sanırım ben eski bayramlar kadar, çocukça yaşadığım bayramları da özlüyorum. Yaşı otuzları, kırkları, ellileri bulan herkeste vardır tahmin ediyorum bu duygu. Bana herkes çocukluğunun bayramlarını özlermiş gibi geliyor. Çünkü bayramların ruhunun, çocuklukla çok örtüşen, çok kaynaşan bir yanı var. Birbirine çok yakışan iki şey çocukluk ve bayram… Düşünün günleri bir tespihin taneleri gibi tek tek yaşıyor ve bayrama ulaşıyorsunuz. Orada her şeyin değişmesi lazım ki gün bayram olsun. Dünün efkârı, derdi, tasası, işi gücü bugüne de sirayet edecekse gün ne kadar bayram olabilir? İyi ama zamanın bir yakası ile diğer yakası birbirinden bu kadar ayrı tutulabilir mi? Büyükler için zor, ama çocuklar için hiç öyle değil… Çocukların bir sabah başka bir dünyaya uyanmak gibi bir yeteneği vardır. Bu yüzden bir sabah güneş doğunca hayat gerçekten bayram olabilir bir çocuk için… Bir günü bayram kılacak şeylerin dışındaki her şey unutulabilir çocuksanız eğer… İşte benim özlediğim şey bu! Bir sabah uyanıp bütün ruhumu bayramla doldurabilmek… Kanatlarımı o tatlı rüzgârla doldurabilmek… O fevkaladeliğin salıncaklarından akşama kadar sallanabilmek…
Bayramlarla ilgili hissiyatın gelip “tatil” sevincine dayandığı bir zamanda ne kadar uzak bir mevsimden bahsediyorum ben! Ne kadar uzak duruyor değil mi çocukluğumuz bize? Peki, çocukluğumuz ne kadar uzaksa, insanlığımızın da o kadar uzağında sayılmaz mıyız? Çünkü en saf haliyle masumiyet tam olarak sadece çocukluğumuzda sahip olduğumuz bir şeydir bizim. Masumiyetimize bu kadar uzak olmak, kendinin gurbetinde olmakla aynı şey…
Kendi çocukluğumuz ya da çocukluğumuzun bayramları… Şimdi hafızamızda izi kalmış uzak hatıralardan ibaret… Ama belki yapılabilecek bir şey var; bayramı çocuklarla birlikte yaşamak… Onların bayramına ortak olmak… Duygularına duygudaş olmak… Sevinçlerine arkadaş olmak…
Bu koca adamlığımızı bir çocuk gönlüne nasıl sığdıracağız diye düşünmeyin, çocukluk yapın gönlünüzce bu bayram! Kaçın bütün köhneliğinizden, kirinizden, pasınızdan, gelin çocukça yaşanan bayramlara sığının. Bunu yapın ki sizin de adam gibi bir bayramınız olsun!
Çok temel bir kanaat oluştu bende, her şeyin eskisini seviyorum. Eski şehirleri, eski insanları, eski hayatları, eski zevkleri, eski yapıları, eski olan neredeyse her şeyi…
Belki de yenilerini sevmediğimden, eskilerin yerine yenilerini koyamadığımdan böyle oluyor. Yeni yetmelerin söyledikleri doğru mu acaba, ben kendimi eski halimle sevdiğim için mi böyle hissediyorum? Yani daha genç, daha dinamik, daha çok hayali, daha çok umudu, daha çok hedefi olan, yolun en başında olan halimi daha çok sevdiğim için mi zamanı hep geriye sarmak istiyorum?
O kanaatte değilim hiç!
Dünyaya bakışım epeyce değişti zaman içinde, zamanı daha genç, daha heyecanlı, daha yolun başında olmak gibi bir isteğim yok. Aksine, durmak, durulmak, sükûnet kazanmak isteğindeyim. “Keşke” ile başlayan birçok cümle var kafamın içinde geçmişle ilgili, burası doğru… Ama zamanı geri sarabilsem, biliyorum ki o heyecanlı toylukla kafamı mütemadiyen yoran bütün bu “keşke”leri yine sahipsiz bırakacağım.
Coşkulu bir ırmak ilk duyuşta iyi geliyor kulağa; ama benim yapımdaki insanlar için o akışların bittiği yerde dingin bir göle dönüşebilmek çok daha cazip… Şimdi muradım artık durulmak, öyle dingin bir göle dönüşebilmek…
Bunun bu çağın akış yönüne ters bir gidişat demek olduğunu biliyorum. Kimse akışkanlıklarını kaybetmek istemiyor bu devirde. Devinim her şeyin başı adeta… Sürekli hareket halinde olmak istiyor insanlar. Durup düşünmeye, bakıp görmeye, farkedip akletmeye hiç vakitleri kalmasın istiyorlar. Çünkü kimsenin hakikatle yüzleşmeye cesareti yok. Körleşmenin en büyük teminatı bu hız, bu başdöndürücü hareket…
Aslında bayramlardan söz etmekti niyetim, sıçraya sıçraya nerelere geldim. Her şeyin eskisini seviyorum ya, o malum klişeye düşmeyi göze alarak söyleyeyim ki, ısrarla ve inatla bayramların da eskisini seviyorum ben. Yahya Kemal Süleymaniye’nin manevi iklimiyle yoğurarak tarif ettiği türden eski bayramları… Ama yeniyetmeler aynı itirazı dillendirirse, bir parça haklılık payı kazanabilirler eski bayramlar bahsinde. Çünkü eski bayramların, başka eskilerden bir farkı var. Benim “eski bayramlar” diye özetlediğim şeyin, kaçınılmaz biçimde çocuk olmakla bir ilgisi var çünkü. Sanırım ben eski bayramlar kadar, çocukça yaşadığım bayramları da özlüyorum. Yaşı otuzları, kırkları, ellileri bulan herkeste vardır tahmin ediyorum bu duygu. Bana herkes çocukluğunun bayramlarını özlermiş gibi geliyor. Çünkü bayramların ruhunun, çocuklukla çok örtüşen, çok kaynaşan bir yanı var. Birbirine çok yakışan iki şey çocukluk ve bayram… Düşünün günleri bir tespihin taneleri gibi tek tek yaşıyor ve bayrama ulaşıyorsunuz. Orada her şeyin değişmesi lazım ki gün bayram olsun. Dünün efkârı, derdi, tasası, işi gücü bugüne de sirayet edecekse gün ne kadar bayram olabilir? İyi ama zamanın bir yakası ile diğer yakası birbirinden bu kadar ayrı tutulabilir mi? Büyükler için zor, ama çocuklar için hiç öyle değil… Çocukların bir sabah başka bir dünyaya uyanmak gibi bir yeteneği vardır. Bu yüzden bir sabah güneş doğunca hayat gerçekten bayram olabilir bir çocuk için… Bir günü bayram kılacak şeylerin dışındaki her şey unutulabilir çocuksanız eğer… İşte benim özlediğim şey bu! Bir sabah uyanıp bütün ruhumu bayramla doldurabilmek… Kanatlarımı o tatlı rüzgârla doldurabilmek… O fevkaladeliğin salıncaklarından akşama kadar sallanabilmek…
Bayramlarla ilgili hissiyatın gelip “tatil” sevincine dayandığı bir zamanda ne kadar uzak bir mevsimden bahsediyorum ben! Ne kadar uzak duruyor değil mi çocukluğumuz bize? Peki, çocukluğumuz ne kadar uzaksa, insanlığımızın da o kadar uzağında sayılmaz mıyız? Çünkü en saf haliyle masumiyet tam olarak sadece çocukluğumuzda sahip olduğumuz bir şeydir bizim. Masumiyetimize bu kadar uzak olmak, kendinin gurbetinde olmakla aynı şey…
Kendi çocukluğumuz ya da çocukluğumuzun bayramları… Şimdi hafızamızda izi kalmış uzak hatıralardan ibaret… Ama belki yapılabilecek bir şey var; bayramı çocuklarla birlikte yaşamak… Onların bayramına ortak olmak… Duygularına duygudaş olmak… Sevinçlerine arkadaş olmak…
Bu koca adamlığımızı bir çocuk gönlüne nasıl sığdıracağız diye düşünmeyin, çocukluk yapın gönlünüzce bu bayram! Kaçın bütün köhneliğinizden, kirinizden, pasınızdan, gelin çocukça yaşanan bayramlara sığının. Bunu yapın ki sizin de adam gibi bir bayramınız olsun!
gerçek hayat - ali desidero
Yeni nesil ‘Ali Desidero’:
Emre Kekremsi-Cesur’a, Muhittin’e ve diğer bekâr arkadaşlarımıza…Arkadaşları Emre derlerHani oturur durur Tophane’deYakmış abayı bir busenayaNefaset bir şey, fidan boyluBizim Emre nargile üfler ‘Etnik müzik’ dinler, Meksika Sınırı seyrederDedik ya abayı yakmış kızaBundan haberi yok kızın amaEmre Kekremsi, Emre KekremsiKız çok güzel, latif şirinHem kitap kurdu hem bir ahuZüleyha mı desem Aslı mı?Eli yüzü düzgün, bir içim suElbette ki feminist bir kız Genç Sivillere de inanmaktaBir kusuru var yalnız kızınBiraz entel takılmaktaOptimist hem de pesimist birazİdealizmi de savunmaktaEmre Kekremsi, Emre KekremsiPratik desen zehir gibi Teoride dersen sallanmaktaBazen ‘Wittgenstein filan’ diyor Bazen ‘Woooooooolf’, ezip geçiyorDeğişik bir psikolojiBir felsefe, ontolojiOnto, otto, ortalojiBizim Emre Asude’de aynenKız oradan gelip geçerkenGözüne kestirip kafasına takıyorBu benim diyor dokunanı yakarımNe yapmalı ne etmeliBir ‘Küçük Prens’, bir ‘Aşk ve Gurur’Kıza Converse mi hediye etmeli?Bu beraberlik nasıl olacakİkisi aynı telden çalıyor’Zarifçe’ mi yaklaşmalı?’Muhterem valide’yle mi tanışmalı?Yaşar Alptekin’e mi danışmalı?Bu kız sanki bir buzdolabıEmre Kekremsi Emre KekremsiEmre Asude’de oturup duruyorKızın geçmesini bekliyorHatun kişi görününce köşedenSenai Demirci başlıyor aynen kasettenEmre Kekremsi Emre KekremsiMatmazel Senai’yi duyar duymaz Bir an kendinden geçiyorHa bayıldı ha bayılacak derkenEmre kızın elinden tutuyorEmre kıza bir klark çekiyorTophane eşrafı ınınının diyorInının Inının Inının Inının Inının ınınınıııın Kız pardon diyor başım döndüSenai Demirci yakar gönlümüRica ederim diyor delikanlıGelebilir her genç kızın başınaYardım edeyim size istersenizCağaloğlu’na götüreyim icabındaAy nasıl olur diyor kız içindenBen sizi hiç tanımıyorum amaHem konu komşu ne der sonraŞükran, giderim tek başımaOlur mu ne önemi var diyor oğlanYürüyelim işte ne çıkar bundan?Hem sizinle de tanışmış oluruzHem konuşuruz İran sinemasındanEmre Kekremsi Emre KekremsiNe kibar çocuk diyor kız içinden Hem samimi hem vefalı yaniBir imtihan çekeyim şuna diyorSerseri mi yoksa bir dahi miDiyor Tarkovski’yi sever misinizEmre diyor ‘Hepimiz Ermeni’yiz!’Gazali diyor kız, Ali Şeriati?Şampiyon biziz diyor Emre Attığımız manşetlerden belliEmre Kekremsi Emre KekremsiKız anlıyor ki ‘doğru insan değil’Emre'ye kibarca bir bay bayEmre diyor hay hayGözü parlıyor aniden kızınSami Yusuf kumaşı var bu hınzırınEmre anlıyor ki doğru yolda Hazırım diyor buluşmayaKız diyor ki bu işler narin Bugün olmaz Emre belki yarın
Emre Kekremsi-Cesur’a, Muhittin’e ve diğer bekâr arkadaşlarımıza…Arkadaşları Emre derlerHani oturur durur Tophane’deYakmış abayı bir busenayaNefaset bir şey, fidan boyluBizim Emre nargile üfler ‘Etnik müzik’ dinler, Meksika Sınırı seyrederDedik ya abayı yakmış kızaBundan haberi yok kızın amaEmre Kekremsi, Emre KekremsiKız çok güzel, latif şirinHem kitap kurdu hem bir ahuZüleyha mı desem Aslı mı?Eli yüzü düzgün, bir içim suElbette ki feminist bir kız Genç Sivillere de inanmaktaBir kusuru var yalnız kızınBiraz entel takılmaktaOptimist hem de pesimist birazİdealizmi de savunmaktaEmre Kekremsi, Emre KekremsiPratik desen zehir gibi Teoride dersen sallanmaktaBazen ‘Wittgenstein filan’ diyor Bazen ‘Woooooooolf’, ezip geçiyorDeğişik bir psikolojiBir felsefe, ontolojiOnto, otto, ortalojiBizim Emre Asude’de aynenKız oradan gelip geçerkenGözüne kestirip kafasına takıyorBu benim diyor dokunanı yakarımNe yapmalı ne etmeliBir ‘Küçük Prens’, bir ‘Aşk ve Gurur’Kıza Converse mi hediye etmeli?Bu beraberlik nasıl olacakİkisi aynı telden çalıyor’Zarifçe’ mi yaklaşmalı?’Muhterem valide’yle mi tanışmalı?Yaşar Alptekin’e mi danışmalı?Bu kız sanki bir buzdolabıEmre Kekremsi Emre KekremsiEmre Asude’de oturup duruyorKızın geçmesini bekliyorHatun kişi görününce köşedenSenai Demirci başlıyor aynen kasettenEmre Kekremsi Emre KekremsiMatmazel Senai’yi duyar duymaz Bir an kendinden geçiyorHa bayıldı ha bayılacak derkenEmre kızın elinden tutuyorEmre kıza bir klark çekiyorTophane eşrafı ınınının diyorInının Inının Inının Inının Inının ınınınıııın Kız pardon diyor başım döndüSenai Demirci yakar gönlümüRica ederim diyor delikanlıGelebilir her genç kızın başınaYardım edeyim size istersenizCağaloğlu’na götüreyim icabındaAy nasıl olur diyor kız içindenBen sizi hiç tanımıyorum amaHem konu komşu ne der sonraŞükran, giderim tek başımaOlur mu ne önemi var diyor oğlanYürüyelim işte ne çıkar bundan?Hem sizinle de tanışmış oluruzHem konuşuruz İran sinemasındanEmre Kekremsi Emre KekremsiNe kibar çocuk diyor kız içinden Hem samimi hem vefalı yaniBir imtihan çekeyim şuna diyorSerseri mi yoksa bir dahi miDiyor Tarkovski’yi sever misinizEmre diyor ‘Hepimiz Ermeni’yiz!’Gazali diyor kız, Ali Şeriati?Şampiyon biziz diyor Emre Attığımız manşetlerden belliEmre Kekremsi Emre KekremsiKız anlıyor ki ‘doğru insan değil’Emre'ye kibarca bir bay bayEmre diyor hay hayGözü parlıyor aniden kızınSami Yusuf kumaşı var bu hınzırınEmre anlıyor ki doğru yolda Hazırım diyor buluşmayaKız diyor ki bu işler narin Bugün olmaz Emre belki yarın
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)